18 Aralık 2013 Çarşamba

Hoca Atağa Mı Kalktı?

Bugün, alışık olduğumuz tipte bir operasyonla uyandık. Yönteme alışkındık da, bu defa şafak baskınıyla evinden alınanlara şaşırdık. Çevre Ve Şehircilik, İçişleri ile Ekonomi Bakanlarının oğulları, ünlü tüccarlar ve bazı bürokratlar ile belediye başkanı alındı. Gözaltındakilerin tamamı başbakana yakınlığı ile bilinen insanlar. Suçlamaların içeriği ile alakalı hiçbir şey demiyorum zira hüküm giyene dek herkes masumdur. Değineceğim noktalar başka.

Sabah sabah, basının ürkekçe verdiği haberlerle öğrendik soruşturmayı. Herkesin aklına aynı şey geldi: Cemaat, Başbakana savaş açtı. Hatta bir arkadaşımdan gelen e-postanın içeriği, "The Hodja strikes back" idi. Öyle miydi ve öyle ise sebebi neydi? Kıt zekâmla akıl yürütmek biraz zor.

Önce sorunun ilk kısmına yanıt vereyim: Evet, bu operasyon cemaatin hükümete karşı bir hareketi. Hatırlarsanız daha önceki bir yazıda değinmiştim, hükümetle cemaat arasında uzun süredir bir gerilim var ve bunu bir kayıkçı kavgası olarak görmek pek de doğru değil. Bu memlekette uzun süredir maalesef hiçbir kararı bu topraklarda yaşayanlar hür iradesiyle alamaz. Tamam, aldık cipsimizi, çayımızı, izliyoruz ama işin ucu yine bize dokunacak.

Son birkaç gün içinde hükümetten üst üste açıklamalar geldi. Önce bir bakan, ABD dahil herkesin milli irade tarafından seçilen hükümetin politikalarına saygı duyması gerektiğini ifade etti. Enerji Bakanı çıktı, İranla her türlü boru hattı ve gaz taşınması işbirliğine olumlu baktıklarını, gaz fiyatlarının bu sayede ucuzlayacağını açıkladı. Bunun yanına duvara toslayan Suriye ve Mısır politikasını da koyun.

İlk açıklama ABD'yi, ikincisi hem ABD hem de Rusyayı kızdırdı sanırım. Üstüne bir de ABD'den gelen açıklamaları, Bernankenin demecini okuduğumuz ve Türkiye gibi başaltı ülkelerdeki ekonomik sıkışmayı ve borsadaki düşüşleri dikkate aldığımızda, cemaat ile başbakanın paylaştığı pastanın küçüldüğünü görüyoruz. Başbakan, hem iktidarı hem ticari pastayı paylaşmak istemedi ve cemaatin pastadan aldığı payı azaltmaya kalktı. Oslo görüşmelerinin ses kaydı çıktığından beri perde gerisinde güreş tutan taraflar, artık perdenin önünde, minderde arzı endam etmekteler. Son bir yıldır bu muharebeye hazırlanan Başbakan, esasında Gezi Parkı Protestolarını bahane ederek seçmen tabanında safları sıklaştırdı. Bunu gören İstanbul Polisi de Başbakanı sabote eder gibi, orantısız ve garip müdahaleler yaptı. Bu sayede kararsız seçmende Başbakanın cilası biraz çizildi.

Şimdi ne olacak, taraflar nasıl hamleler yapacak?

Bugünkü gözaltılarla cemaat, aslında oğullarını aldığı icracı bakanların kellesini aldı. Başbakan bu bakanları vermemekte direnirse çarpışma çok kanlı olur ve bu arada yolsuzluklara arka çıkıyor izlenimi yaratan başbakan, seçmen önünde itibar ve güç kaybeder. Cemaatin bu aşamada uzlaşma, gücünü kabul ettirme niyetinde olduğu anlaşılıyor. Cemaat de aslında Başbakanın işini kolaylaştırmak için vezirlere değil de piyonlara hamle yapıyor. Her üç bakan da partinin kurucusu değil, o kadar da ağır topu değil ve feda edilebilir adamlar fakat her üç bakan da aslında Başbakanın kuklası. Rantın yönetimindeki adamlar. Cemaat mesajlarını öğleden sonra verdi. Hüseyin Gülerce, bu soruşturmanın bir Cemaat operasyonu olmadığını, bir devlet soruşturması olduğunu açıkladı. Bu, Başbakana yapılmış bir muz ortaydı. Şayet pas alınırsa bu üç bakan feda edilir, yolsuzlukların üstüne gidiliyor imajı verilir ve kol kola seçimlere gidilir. Bu durumda Başbakan diz çöktürülmüş olur. Başbakanın bu yolu seçeceğini hiç sanmam.

İkinci seçenek, Başbakanın bu üç bakanı bırakıp önümüzdeki Mart ayında yapılacak seçimde sandık sayısını artırması ve genel seçimin erkene çekilmesi olur. Bu, akıllıca bir hamle olabilir. Tabi bu günleri görüp, gerekli hazırlığı yaptıysa.

Şimdilik, Başbakanın hala ayakta ve kuvvetli olduğunu Bülent Arınçı izleyerek anlayabiliriz. Bu güne kadar hiç boş ata oynamamış olan B. Arınç hala Başbakanın yanında olduğuna göre, bu iş sadece bu operasyonla bitmez. Her halükarda hükümet kanadı, bu üç bakanı şimdi olmasa da seçimlere kalmadan bırakır, safra atar. Akabinde Cemaate karşı hamleler gelir. Bir nevi Emniyet-MİT müsabakası izleriz bir süre. Kimin ne kaseti varsa çıkar ve oylar bundan etkilenir. AKP, özellikle yerel seçimlerde güç kaybeder, Cumhurbaşkanlığı tehlikeye girer. Kazanan aslında Pirus Zaferi kazanmış olur. Umarım memleketin hayrına olur. 

Yani aslında günün kârlı adamları belli: Mustafa Sarıgül ve John Owen Brennan.

5 Aralık 2013 Perşembe

Kayıkçı Kavgası (Mı Acaba?)

"Üzerinde çok medeniyetler kurulmuş topraklarda yaşayan İMPARATORLUK BAKİYESİ HALKLAR içinde, GÜCÜ ELİNE GEÇİRENİN DOĞRU SÖYLEDİĞİ VE DOĞRU YAPTIĞINA dair genel kabuller insanlık tarihinin değişmezidir." yazmış bir meslektaşım, üstadım Av. Faik IŞIK.Doğru bir tespit. Sanırım bu alışkanlığı, bu algıyı yıkmak için birkaç asır daha geçmesi gerekiyor. Neticede yaşadığımız topraklar, hem din hem devlet adamlığının henüz bir asırdan daha kısa süre önce ayrıldığı bir yer. Yine aynı üstadımın tespiti odur ki batıda türlü hükümdarların hayalidir Papa olmak. Hem kral hem papa. Pehhh. Oysa çok değil, bir asır önce bizi yöneten adam, iktidarı babasından miras olarak devralmıştı ve hem padişah hem de halife idi. Orta şarkta gayet normaldi bu durum.AK Partiyle, kendine "hizmet hareketi" diyen Gülen Cemaati arasındaki sürtüşmeyi bunu göz önüne alarak izlemek şart oldu.Etrafında danışman ordusuyla gezen, tarihimizde hiç olmadığı kadar danışman istihdam ettiği halde kimseye tek bir hususta dahi danışmayan başbakanımız, son bir kaç yıldır halife olmasa da mareşal olmaya çalıştı. Dış politikamız buna göre şekillendirildi. Hükümet tarafından "İsraile rağmen, Amerika için" diyebileceğimiz bir dış siyaset güdüldü. Bu yüzdendir ki İsraille bu kadar sürtüşme yaşanmasına rağmen Türkiye ve iktidar, Amerika tarafından gözden çıkarılmadı. Wikileaks belgelerini dikkatli okuyanlar bunu zaten görecektir.Okyanus ötesindeki şahsın koordinatörlüğündeki hareket, katıksız bir Amerikancı siyaset gütme taraftarı olduğundan, istemeye istemeye bunu sineye çekti ama bu güne kadar iktidar bir şekilde paylaşıldı. Karşılıklı ödünler verildi, baştaki lidere biat edilir görünüldü, vs... Yani siz, biz, ben, mevcut hükümeti ziyadesiyle Amerikancı görürken (bu memlekette aksi pek mümkün değildir ya, neyse), Amerikanya menfaatine yeterince çalışılmadığı kanaatinde olanlar vardı.Ne zaman ki başbakanın sağlığı bozuldu, fiziksel olarak aksadı, iç çekişmeler hemen gün yüzüne çıktı. Ne zaman Suriye ve İran politikası sertleşti, hizmet bastırdı. Ne zaman Rusyayla Türkiye yakınlaşsa, hizmet hareketi hemen müdahale etme gayretine girişti çünkü, Rusya bazı hareketlere, okullara geçit vermedi.Şimdilerde bir dershane kavgasıdır gidiyor. Sektörde en az %25 ağırlığı olan hizmet hareketi, kalan %75'i de öne sürerek bu işe şiddetle karşı çıkıyor. Bezmi Alem Valide Sultan Camisinde var olduğu iddia edilen bira kutusunun sonradan konulduğunu dahi açık eder hale geldiler. (Kıptinin merdi secaat ederken sirkatin söylermiş)Başbakan bu güne kadar Siyasal İslamın hep politik ve görüntüde ticari kısmına hakimmiş gibi bir hava yaratıldı. Hoca efendi (!) ise daima "estağfurullah, yok öyle bir şey" demesine rağmen pekala günümüz halifesi olarak lanse edildi. Ne zaman ki hizmet hareketi artık görüntüde de olsa siyasette öne çıkmaya gayret etti, iki erki de eline almaya çalıştı, işte orada film koptu. Uhrevi (!) lider harekete geçince, dünyevi lider de karşı hamlesini yaptı. Hareketin şah damarına bıçağı dayadı. O şah damarı ki otuz yıldır halifenin insan kaynakları yönetimine kaynak sağlamakta. Türlü sebeplerle ocağına düşürdüğü sabilerin beynini yıkayıp yetiştirdi, bürokrasiye, ticarete hakim olmaya kalktı. Fenerbahçe Spor Kulübü operasyonunda bataklığa saplandı ve tökezleyebileceği anlaşıldı. Biraz da bundan sonradır ki durdurulabileceği inancıyla karşı hamleler yapıldı. Bu güne kadar satranç hep perdenin arkasında oynandığından, çoğumuz farkına varamadık. Peki şimdi ne olacak?Unutmayalım ki bu mücadele Türkün mücadelesi, kavgası değil. Bu aslında Amerikanın, İsrailin, Rusyanın, Almanyanın ve adı geçmese de yüz yıllardır her taşın altından çıkan Britanyanın kavgası. Çin de dahil olur mu bilmem. (Başbakanın Şangay Beşlisi çıkışı denkleme Çini katabilir) Elimizden gelenler sınırlı, çözüm sadece içeride değil.Tarafların tamamı kapitalist, tamamı tacir. Dolayısıyla, money talks. Borular döşenir de Almanyaya gaz giderse Avrupa geri çekilir (Batının İran politikasındaki dönüşüme bir de bu gözle bakın). Bu gazı Rusya satarsa ya da fiyatını belirlerse bal badem olur (Güvenlik Konseyinde İrana ambargoya biz "hayır" derken Rusya neden karşı çıkmadı acaba?) Radarı zaten Çin kuruyor, doğu da tamamdır. Donanma komple TCG Hasdal'a bindirildiğinden İngiltere rahat. İş kala kala İsraille Amerika arasında denge kurmaya kalır ki memleketin sağ politikacılarının en iyi oynadığı iptir bu. İsrailin varlığı güvenceye alınır (yine İran çıktı bak), Amerikanın BOP emelleri de gerçekleşirse sorun biter.Dershanelere bir geçiş süreci tanınır, vergi denetçileri şirketlerden çekilir, araya bir dış gezi sıkıştırılır. İşlem tamamdır.


17 Kasım 2013 Pazar

açılıyoruz, aslında saçılıyoruz

17 Kasım 2013 tarihli gazeteleri okuduğunuzda göreceksiniz olanları. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, T.C. Başbakanı, Diyarbakırda Barzani ile miting yaptı, birkaç yıl önce kendisine galiz küfürler eden belediye başkanıyla el ele tutuştu, Irakın kuzeyine Kürdistan dedi, vs vs...

Uluslararası münasebetlerde ne kalıcı dostluk ne de sürekli düşmanlığın olmadığını biliyoruz elbet, moron değiliz çok şükür. Gel gelelim başımızdaki yöneticilerimizin dış politikada bu kadar zikzak yaptığını görmemiştik. Dış politikanın iç politikada bu kadar kullanıldığını ise ne görmüş ne de duymuştuk.

Tamam, gerçekçi politika gereği ülkelerin tavırlarında zaman zaman değişiklik olabilir fakat; bu kadar kıvırma, tükürdüğünü bu kadar çabuk yalama kabiliyeti, Irakın kuzeyindeki bir Kürt Devletinin Türkiyeye tehdit olmayacağını, aksine Türkiyenin menfaatine olacağını savunan beni bile bir hoş etti.

Gelelim iç politikaya ve açılım laflarına. "Laflarına" diyorum çünkü bugüne kadar eylem görmedik, hep laf işittik. Hükümet, fırsatını bulduğunda temel hak ve özgürlükleri nasıl da sınırlama, hatta yok etme eğiliminde olduğunu defalarca gösterdi. Seküler yaşam tarzına düşman olduğu aşikar. Bu meclisten, bu hükümetten demokrasi, hak ve özgürlük bekleyenler, ne içtiyse söylesin belki bize de faydası olur. 

Şivan Perverin İboyla konser vermesi, başbakanın belediye başkanıyla el ele tutuşması, memleketin Kürt sorununu çözmeye yönelik eylemler değildir. Bunların hepsi, geçtiğimiz Haziran ayında gerilimi tırmandırarak yobaz seçmene oynayan, bir hafta memleketi kızlı erkekli yaşanan evler tartışması üzerinden sinir hastası yapan ve kendi seçmen tabanında safları sıklaştıran başbakanın, demokrasi havarisi gibi görünüp yerel seçimlerde oy kapma taktiğidir. Türkiyenin doğu ve güney doğusunda etkin olan Apoya karşı Barzani kartını yutturma çabasıdır. Biliyoruz ki hiçbir oyunda Vale, Papazı yemez. O yüzden Barzani hamlesi tutmayacaktır. Politikacılar, her zamanki gibi "bul karayı al parayı" yapıp el çabukluğuyla vatandaşı çarpma derdindedir. Bölgede gereksiz ve tehlikeli bir beklenti yaratan, Türkiyede oldukça tehlikeli olabilecek bir etnik siyaset kazanının ateşini sürekli harlayan başbakan, hatasını anladığında iş işten geçmiş olacaktır.

O gün geldiğinde Türkiye, tüm kurmayları TCG Hasdal'a bindirilmiş donanmasının caydırıcılığından yoksun bir halde uluslararası ilişkiler terazisinin kefesinde hafif kalacak, dış destekle terörist saldırıları yeniden başladığında ise bugüne kadar bir orduya komuta etmemiş, tombaladan çıkmış Genelkurmay Başkanı ile askeri bir operasyon yapamayacaktır.

Dünya, üzerinde Türkiye olsa da olmasa da, Ortadoğuda barış olsa da olmasa da, Türkler ve Kürtler olsa da olmasa da dönmeye elbet devam edecektir. Sonumuz hayrolsun.


18 Ekim 2013 Cuma

Kutlu Bayramlar

TCG Hasdal'ın mürettebatı bu bayramı da mahpus geçirecekmiş, deliller sahte, yargılama göstermelikmiş, ne gam !!!

Çan kulesinin gölgesindeki evinin banyo küvetinde gizli gizli keseceği kurbanını, o mürettebat sayesindedir ki açıkta kesiyor millet. 


İşte o milletin bir kısmı bugün, lacivert üniformaya taparken, haki, gök mavisi ve beyaza söver hale gelmiş. Al bayrağa ve Atatürk'e saydırmayanı koğuşta sayar hale gelmişiz. 


Hür bayramımız kutlu olsun. İbadetler, dualar kabul olsun. Daha kötü olmadan, millet bu yaptığından pişman olmadan memleket doğru yolu bulsun dilerim.


İçeridekilere ve yakınlarına ise ancak ve ancak sabır dilerim.


Mutlu bayramlar.

25 Eylül 2013 Çarşamba

Neşet Ağam Üzerine

Klişedir: "Bugün takvimlerimiz falanca günü gösteriyor"

Bugün takvimlerimiz ne günü gösteriyor bilmem de ben takvime baktığımda kayıp görüyorum. Yitik insanlar, ruhlar ve teessür dolu bir cihan görüyorum.

Neşet Ertaş öleli (!) bir tam yıl olmuş diyor biz fanilerin takvimi. Neşet Ağam öldü mü ki hakikaten?

Geçen yıl bugün, ben de pekala Neşet Ağamın öldüğünü söylerdim size lakin bugün o kanaatte değilim.

Biliyorum ki Anadolu Halk Ozanı, Feylesof Neşet Ertaşın gidişi ölüm değil. Ölüm benim gibi basit, çözülmesi kolay beşere mahsus. Neşet Ertaşın gidişi ise ahirsiz ömründe bir durak, etten, kemikten binitinden sıyrılış sadece. Bizim doğum ve ölüm dediğimiz iki durak arasında kullandığı vasıtasını değiştirmekten ibaret. Ölüm durağında indi, vesaitinden sırada bekleyenine bindi Garip. Bize de o durağı geçince Ustayı kovalamak vazifesi düşecek mi bir gün? Biz de beşerlikten insanlığa geçebilecek miyiz? Bilmem.

Ama bilirim ki,
-Mevlam ayrılık vermesin gökte uçan kuşa,
-Aslı bozuk deme gel şu insana,
-Zengin isen ya bey derler ya paşa

diyen adam ölmez arkadaş.  Ölüm yıl dönümü dediğin geride kalanın, gidene değil de kendine üzülmesidir.

Öyleyse kendi yasımızı tutalım bugün.


19 Eylül 2013 Perşembe

"Benim Başörtülü Bacım" diye diye

Yakın zamanda bazı kadınlar türedi; ellerinde pankart oluyor genelde, bazen de bağırıyorlar.
Ya da kılık kıyafet ile dillendiriyorlar arzularını, kınıyorlar onlar gibi olmayanı, onlar gibi giyinmeyeni, onlarla aynı fikirde olmayanı.

Mevcut düzen yerine şeriat devleti isteyen kadınlardan bahsediyorum. Şimdilerde kuşa çevrilse de modern cumhuriyetin "kadın" dedikleri, kendilerini "avrat" yapacak yolda ilerlensin istiyor ısrarla. Bu kadınlara, hedefe ulaşırlarsa neler olacağını hatırlatmak lazım:

1. Oy hakkınız olmayabilir ve o çok sevdiğiniz bıyıklıları seçme özgürlüğünüz olmaz,
2. Seçme hakkı olmayanın seçilme hakkı hiç olmaz, ne yapıp ne yapmayacağınıza bıyıklılar karar verir,
3. Eş seçme hakkınız olmayabilir, ona da bıyıklılar karar verir,
4. Üstünüze bir veya daha fazla kuma gelebilir, kuma kuma oturur bıyıklınızın dedikodusunu yaparsınız,
5. Miras hakkı mı, o da ne? Bıyıklılar onu da düşürdü mü yarıya,
6. Motorlu ya da motorsuz bir taşıtı kullanamayabilirsiniz, gerçi trafikle aranız zaten iyi değil,
7. Yanınızda birinci dereceden akrabanız bir bıyıklı olmaksızın seyahat edemezsiniz,
8. Her şeyi başörtüsüne bağlıyorsunuz ya, hah işte. Şeriat gelirse öyle bir derdiniz kalmayacak, üniversiteyi toptan unutun,
9. İki çift lafla kendinizi boşanmış bulabilirsiniz ve mahkeme yok !!! Ne diyelim, boyu devrilsin o bıyıklının,
10. Sokağa çıkma yok, seyahat yok, kıyafet özgürlüğü yok, diploma yok. O zaman iş, maaş, çalışma da yok. Hep bu seyahat engeli olmayan, B sınıfı ehliyet sahibi, prezentabl (!)  bıyıklılar yüzünden, cık cık cık.

Bu liste uzar gider. Aç gözünü bacım, kandırıyor seni bu bıyıklılar. Kendi istediklerini hep sen istiyormuşsun gibi gösteriyorlar.

- "Benim başörtülü bacımaaaaaa....... bik bik bik"

9 Eylül 2013 Pazartesi

9 Eylül

Memleketi İzmire ilk giren süvari birliğine komuta etme şerefine nail olmuş, İzmiri kurtarma aşkıyla aylarca harb etmiş ve cılız düşmüş Fahrettin Altay Paşa, 9 Eylül 1922 sabahını anlatıyor:
"Teğmen Enver komutasındaki keşif kolu düşmanın buralardan savuşmuş olduğunu görerek ileri tepelere çıkmış ve harikulade bir manzara ile karşılaşmıştır: Sabah güneşinin tatlı ışıkları altında bir tablo gibi beliren güzel İzmir ve önündeki mavi suları ile Akdeniz ve bunları çevreleyen latif yeşilliklerle yüksek dağlardan terekküp eden bu tabii tabloda biraz kara noktalar körfezdeki ecnebi harb gemileri idi..."Yaşa be Gavur İzmir.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Kaybedenler Kulübü

Kaybedenler Kulübünü izledim bu akşam. Memlekette böyle film çekilmiş, haberim bile yok. Nejat İşler iyi oynamış, İdil Fırat döktürmüş. Bak yine akıllı uslu şeyler yazmaya devam ediyorum. Yahu bu filmi yıllarca izlememişim, zaten baştan kaybetmişim, oturmuş sabahın bu saatinde filmi ne kadar beğendiğimi anlatıyorum. E kaybederim tabi.

Arada film izlesene oğlum, bak Kaybedenler Kulübü diye program gerçekten varmış, dinlesene! Yok, televizyon izleme, film izleme, radyo dinleme, anca kitap oku, makamıyla şarkı dinle sen. Bok var, kaybet öyleyse.


14 Ağustos 2013 Çarşamba

Hekimine sahip çık

http://www.medimagazin.com.tr/ana-sayfa/guncel/tr-hakkaride-doktora-linc-girisimi-video-1-1-52945.html

Yukarıda linkini verdim, bu yazıyı okuduğunuzda hala çalışıyorsa okuyunca kanınızın çekildiğini hissedeceksiniz. Bir şey hissetmiyorsanız, zaten yazının devamını okumanıza gerek yok.

Hatırlıyorum da çocukluğumda, muayeneye ekseriyetle babam götürürdü bizi. Kendisi de bir memur olmasına rağmen, bazıları arkadaşı, kimisi komşusu olan hekimlere nasıl da saygı duyardı. Bu saygı asla dalkavukluk ya da eziklik değildi, gerektiğinde hakkını arardı. ÖSS'ye girinceye dek bana hep tıp fakültesine girmemi telkin etti. Olmadı, tıp yerine bambaşka bir dalı, hukuku tercih ettim.

Birkaç yıldır, hekimlere saldırılarda bir artış var. Çok sevdiğim, saydığım bir yakınım da mesleğini icra ederken silahlı saldırı sonucu yakın zamanda hayatını kaybetti. Ne yaparsam yapayım ne saldırganlarla ne de hekimlerle empati geliştiremiyorum, ne kadar uğraşsam da olmuyor. Hastane başka bir dünya, hekim-hasta ilişkisi ise bambaşka bir şey. 'ŞEY' diyorum çünkü dağarcığımdaki sözcükler, tanımlar ve cümle kurma kabiliyetim, bu tanımı yapabilmeme elvermiyor.

Eski çağlardan beri tanrının yetenekleriyle donatıldıklarına inanılan ve büyük saygı duyulan hekimler ne oldu da halkın gözünden düştü, saygıdeğerliğini yitirdi ve kolay birer hedef ve adeta av haline geldiler?

Bu sorunun yanıtını kapsamlı şekilde vermek zor ve buraya da yazmakla bitmez ancak, yakın geçmişteki bu ürkütücü değişimin elbette hemen görülebilen bazı sebepleri var. Bunun adına "SAĞLIK POLİTİKASI" deniyor. İçinde "politika" sözcüğü geçen her tamlama gibi tiksindirici.

Önce tam gün yasası, mecburi hizmet, sağlıkta özelleşme, akabinde aile hekimliği uygulamasındaki yanlışlar, iş yeri hekimliğinin yaygınlaştırılmasındaki eksikler, hekimlerin ve meslek örgütlerinin yıllar içinde sistemli ve planlı bir şekilde bilerek ve isteyerek itibarsızlaştırılması işleri buraya kadar getirdi. Hekimin, vatandaşın gözündeki saygınlığı ve üstünlüğü zaman içinde yok oldu. Bunların hepsi, hekimlerin kusuru olmaksızın ama kendileri de birer hekim olan bakan ve bürokratlar tarafından yapıldı. Buna bir de ülkenin genel asayiş sorunları eklendiğinde, bu haberleri daha çok okur, görür, izler hale geliyoruz. Fakülte, TUS, asistanlık, askerlik, mecburi hizmet cenderesinden 35 yaşında ancak çıkabilen hekimler, yani ülkenin kalbur üstü zekaya, muhakeme yeteneğine sahip ve yetişmesi diğer meslek dallarına göre oldukça pahalı uzmanları, birkaç dakika içinde tarihin sayfalarına simsiyah kalemlerle işleniyorlar. İyi de neden?

Sorunun cevabı yine tarihte aslında. İktidarları sorgulayan, monarka baş kaldıran asiler, devrimciler, adına ne derseniz deyin 3 (ÜÇ) okuldan çıkar: TIBBİYE, HARBİYE, ve günümüzde hukuku içinden alsalar da MÜLKİYE. İktidarların başını bu üç okul daima ağrıtır, iktidarın istediği ara elemanı yetiştirmez bu kurumlar. Öyleyse ne yapmalı? Yürüdüğünde kimse peşinden gitmemeli. Halkla bunları düşman etmelisiniz ki önderlik yapamasınlar. Kendi can dertlerine, geçim sıkıntısına düşmeliler ki hiçbir şeyi sorgulamasınlar. Dün Elbistandı, bugün Hakkari, yarın kim bilir neresi olacak. Gidişat belli, çözüm belli ama bir o kadar da zor.

Hekimler çok mu meraklı bunları yaşamaya, bu eziyetlere katlanmaya? Seçenekleri yok. YOK. Hem ettiği yemin hem de mevzuat gereği kendisini sorumlu hissediyor ve mümkün olduğunca her hastaya bakmaya çalışıyor. Kamuoyunda ise sadece kazançları konuşuluyor. Oysa sağlıkta özelleştirme hamleleri sonucunda artık hekimler değil, hastaneler kazanıyor. hekimler ve biz hastalar, potansiyel hastalar ise el birliğiyle çukurun dibine doğru kayıyoruz. Aramızdan bazıları ise dibe çökerkenki sür'atinden keyif alıyor. Bir hikaye ile bitireyim:

Yine babamın memuriyeti nedeniyle bulunduğumuz, Anadolunun güneyindeki bir ilçenin hastanesinde, genel cerrahi uzmanı bir baştabip vardı. Anlatılana göre bu adamın babası, kendisi henüz çocukken öldürülmüş ve zorluklar içinde büyümüş, hekim olmuştu. Memleketi olan ilçeye gelmiş, hemşehrilerine yardımcı olmaktaydı. Başına gelenler aslında ibretlikti.

Bir gün hastaneye acil bir vaka gelir, cerrah olarak kendisi vardır ve hastanın acilen ameliyata alınması gereklidir. Sedyede yatan hastaya bakar, o da ne? Babasının katili önünde yatmaktadır. Yetim kalmasının, türlü sıkıntılar çekmesinin müsebbibi, işte önünde yatmaktadır ve hayatı şimdi hekimin ellerindedir. Tereddüt etmiş midir bilmem ama adamı ameliyat eder ve kurtulmasına vesile olur. (Vesile olur diyorum çünkü "bir hastayı hekim tek başına kurtarır ya da öldürür" demek yanlıştır) Aynı durumda ben olsam yapabilir miydim bunu? Siz olsanız ne yapardınız, size tarifsiz acılar yaşatan o adamı kurtarmaya çabalar mıydınız?

Babamızın katiline yardım etmek şöyle dursun, çok daha ufak sebeplere dayanan husumetimizi, işimize yansıtmaktan çekinmeyiz bazen. Bizler, diğer meslek grupları mensupları, önümüze gelen işi pekala reddedebiliriz. hekimlik öyle mi ya?


14 Temmuz 2013 Pazar

siyaset nedir, ne değildir?

Gazete okumaz, televizyon izlemez olduk ki sizleri görmeyelim, sözlerinizi duymayalım, kabahatlerinizi okumayalım. Bu sayede kitap kurdu olduk, kamyoncu simülatörü bile yükledik bilgisayara da biraz huzur bulduk. Derken, günler sonra haberlere baktık ki MHP, muhalefet partisi olduğunu yıllar sonra da olsa hatırlamış. Genel başkanı çıkıp iki laf etmiş. 

Bunun üzerine malum partiden bir adam çıkmış konuşuyor ve güya cevap veriyor:

"-Sayın Bahçeli siz uçağa binmeye korkan Ankara’da kuluçkaya oturan bir zavallısınız."

Neresinden tutsan elinde kalıyor. Herifçioğlunun Türkçesi ziyadesiyle bozuk, anlatım bozuklukları buradan fizana yol olur, onu geçtik.

Adama sormazlar mı her kuşu sevdiniz, bir tek adamın uçağa binip binmemesi mi kaldı?

Bi susun, iki dakika adam taklidi yapın da kafamızı dinleyelim. Milletin parasıyla uçaklar aldınız dünyayı gezdiniz, deveyi havuduyla yediniz de doymadınız. Bari doğru düzgün bir şeylerle cevap verin, bu nasıl bir üslup?

Nasıl ki mahkemeler cezai ehliyeti tespit için kemik yaşı raporu alıyor, bundan böyle mebus olmak isteyenlere de zeka yaşı raporu alınsın.

16 Haziran 2013 Pazar

#direngezi

Tarihe geçsin diye söylüyorum, 31 Mayıs 2013 günü film koptu ülkede. On yıldır ara vermeden izlettikleri Tayyip filminin makarası o gün iflas etti. İtilaf devletlerinin işgalinden beri ilk defa bu kadar insan sokağa çıktı İstanbulda. Ülkenin dört bir yanında pasif direniş oldu. Yakmadan, yıkmadan, sövmeden direndi insanlar. Politikacıları ziyadesiyle korkuttu bu direniş. Böylesine bir eylemle nasıl mücadele edeceklerini bilmiyorlardı. Taksimde sahne kurdu devlet; sivil polisler çevik kuvvete molotoflarla saldırdı. Ofsayta düşürdük hepsini, parka çekildik. Sanata ve sanatçıya saygımızdan, ne kadar kötü bir temsil olursa olsun alkışladık tüm polisleri. Terörist dediler bize, alkolik ve en sonunda ÇAPULCU dediler. Gururla taşıdık iki haftadır "çapulcu" sıfatını adımızın bile önünde.

Gazzede tankların ezdiği çocuklara ağlayanlar, Taksimde, Tunalıda, Adanada TOMA tarafından ezilenlere esip gürlediler. Gazzede kimyasal silah kullanıldı diye ortalığı ayağa kaldıranlar, Taksimde öyle bir gaz sıktılar ki halka, her soluyan kan tükürdü, bayıldı, derisi yandı. Bilemedik ne olduğunu, sadece kapsüllerini bulabildik.  İbraniceydi yazılar, okuyamadık.

Sen, Çapulcu kardeşim, sosyoloji, tarih ve hukuk hocalarının derste bir ütopya gibi anlattığı doğrudan demokrasiyi, paranın geçmediği bir yaşamı, devletten bile sosyal bir örgütlenmeyi gösterdin herkese. Kandil kutladın, Taksimin en kalabalık cemaatiyle namaz kıldın da rahatsız oldu sütü bozuklar. Mescidini, revirini yıktılar, dilek ağacını yaktılar. Mide ilacından koruyucu karışım yaptın, yüzünü, gözünü mide ilacıyla yıkadın ama ne komik ne de deli olmadın merak etme. İstanbulun göbeğinde toz maskesi, bozkırın ortasında yüzücü gözlüğü taktın da direndin. Biliyorum, aklı başında eylemlerde yanımda olacaksın, düşersem kaldıracaksın elimden tutup. Bir tivitine bakar benim de sana koşmam, seni iyi ki tanıdım.

Sen, ülkücü arkadaşım, için içini yedi de gelemedin mi bizimle? Oysa biz herkesi çağırmıştık sokağa, parti bayrağı yoktu hiçbirimizde, valla. Evde oturup hükümetin gazetelerini okursan elbette bizi Apocu bile sanabilirsin. Çok kızmıyorum sana. Belki sen de özgür iradenle hareket etmeyi öğrenir ve bir daha sefere yanımızda olursun. Amma ve lakin şu partinin başındaki adama "Türkmen Beyi" demeyi de bıraksan iyi olur.

Sen, Kırşehirli, Yozgatlı, Manisalı, Afyonlu, Rizeli çiftçi, esnaf kardeşim, arkadaşım, amca ve teyzem, o televizyon, o gazeteler var ya, hah işte. Onlar seni uyutuyor, zehirliyor, bırak onları. Buğdayın kilosuna 5 kuruş, sütün litresine 10 kuruş destek verdi, traktör kredisinin icradaki faizinin faizini taksitlendirdi diye bunlara destek verip bize kızıyorsun biliyorum. Soyuyorlar seni, belini incitmeden her şeyi yapıyorlar sana. İnanmazsan kasabandaki, şehrindeki parti yöneticilerine bak, eğitimleri ne, ne iş yapıyorlar, ne paralar kazanıyorlar, nasıl arabalara biniyorlar ve nasıl evlerde oturuyorlar, nereden geliyor bu değirmenin suyu? Senin öğretmen kızın atanmazken, oğlun dersaneden başı önünde ve umutsuz gelirken onların çocukları neler elde ediyor? Bir düşün, sorgula da sonra bize yine kız. Haydut de, eşkiya de hatta terörist de. Ama ne olur kafanı kaldır da bir bak.

Sen, Antalyalı, Trakyalı abim, sen iki göz evde oturur, 800 lirayla evini geçindirmeye uğraşırken dedenden kalan toprağına dikilen lüks otelde İngiliz, Arap, Alman nasıl olup da günlük 50 liraya ailece kalıyor diye sordun mu? Bu sene biber iyi para yaptı derken sana verilen tohumun kısır olduğu aklına geldi mi? Yunanın, Bulgarın silahla giremediği topraklarına Kanola ektin, artık vazgeçsen bile tarlana kaç sene başka bir ürün ekemeyeceğini, verim alamayacağını hesap ettin mi?

Sen, hakim ve savcı meslektaşım, hanımın tayini eve yakın yere yapılsın, hem belki lojman da çıkar diye kitabı, kanunu değil de bakanlıktan gelen faksta yazılı kuralları uygularken hiç mi vicdanın sızlamadı? Fakülteden sıra arkadaşın avukat, adliyeden yaka paça götürülürken odanın penceresinden izlerken ne düşündün? Oh olsun mu dedin?

Sen, hekim, hemşire, ebe, şoför arkadaşım, büyüksün. Saygıdeğersin. Ne yapsak hakkın ödenmez. Meslek yeminine sonuna kadar sadık kaldın diye kelepçe taktılar sana, hem de ters  kelepçe. Binlerce insanın kanı eline bulaşan teröriste yapılmayan uygulama, sana layık görüldü ya, üzülme. Dik dur, sana taktıkları o plastik kelepçeler madalyandır artık senin.

Sen, avukat meslektaşım, elinden gelen yardımı esirgemedin. Gece sabaha kadar nöbetteydin karakolda, baroda, parkta ve meydanda. Adliyede ayaklar altında çiğnendin, sürüklenerek otobüslere bindirildin de götürüldün merkeze. Cübben onurun, meslek yeminin gururundur. Çoluk çocuk karakollarda işkence görmedi, gözaltında kaybedilmediyse sayendedir. Aklı başında fertler sana minnettardır.

Ve sen polis. Sen ne arkadaşım, ne de kardeşimsin artık. Bir devleti küçük düşüren, halkını ezen, insanları öldüren, yakan, yıkan, çocukları kör, çolak bırakan sen!!! Hiç utanmadın mı kanunsuz emri uygularken, hiç mi vicdanın sızlamadı bebek arabasına yakıcı kimyasal sıkarken? Gün gelir de bir gün hesap sorarlar diye korkmadın mı? And olsun ki gücüm yettiğince seninle ve haksız, hukuksuz, orantısız uygulamalarınla ve bizatihi varlığınla mücadele edeceğim.

Tahirius.






26 Ocak 2013 Cumartesi

Babadan oğula meyhane

Meyhaneye giderken, sef garsona selam soyleyen bir babanin evladiyim. Bazilarimizin sansli dogduguna inaniyorum. :)

Yeni Yıl

302'nin kirli koltuklarından birinde,
muavinin getirdiği poşet suyu içerek,
bıyıkları sararmış şoförün aksini camda görerek,
ve gözlerimi kaçırarak suçlu suçlu,
karlı bir yolda girmek isterdim yeni yıla.